22 Ekim 2005
YAZI UZUN, SIKILIRSINIZ:
ÖMER DİNÇER’İN "İNTİHALİ"
ASIL İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’Nİ
İLGİLENDİRİYOR
Prof. Dr. Veysel Batmaz
Ömer Dinçer ile tanışmam 1995 yılına kadar gider. O zamanlar sahibinin Adem Çelik olduğu Beykent İleri Eğitim Kurumu’nun iki yöneticisinden biri olarak çalışıyordum. Diğeri Dr. Mustafa Melek idi. Amacımız, İngiltere’nin Liverpool John Moores University ile “franchising” anlaşması yaparak, daha adı bile Türkiye’de bilinmeyen “üniversite yolu ile AB’ye” girmekti. Başardık da. Türkiye’nin ilk yasal yabancı üniversitesi’ni Beylikdüzü’ndaki şimdiki Beykent Üniversitesi binasında, iki yıl hazırlık sonrasında, kurduk-yıl 1995. Fakat o zamanki YÖK başkanı olan Mehmet Sağlam ve gazeteci Abbas Güçlü’nün tezviratına uğradık, yasal olarak hiç bir şey yapamasalar da, üniversitenin açılış törenine davet ettiğimiz ve kabul ederek o sabah Huber Köşkü’nden yola çıkan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i, “korsan üniversite açılışına gidiyor” diye Milliyet gazetesinde yayın yaparak, yarı yoldan döndürdüler. Bunun sorumlusu Mehmet Sağlam ve Abbas Güçlü’dür. Biz bundan on yıl kadar önce, “AB’yi Türkiye’ye sokmuştuk”; şimdi ise AB Türkiye’yi içine sokmuyor.
Ömer Dinçer, işte o zaman oluşturmakla yükümlü olduğum Beykent İleri Eğitim Kurumu’nun Akademik Kurulu’na üye ararken Patron Adem Çelik tarafından Kurul’a almam için önerilen isimdi. Benim önerdiğim Kurul üyeleri ise, Prof. Dr. Mustafa Aysan, Prof. Dr. Çağlar Keyder, Prof. Dr. Şevket Pamuk, Prof. Erhan Karaesmen ve Suha Arın’dı. Prof. Dr. Ayşen Apınar ise Kıbrıs’tan gelerek Kurul’a katıldı. Kurulun oluşturulmasından önce Adem Bey bir tanışma/sohbet toplantısı düzenlememi istedi. Ben de öneride bulunduğum ve büyük bir özveri ile beni kabul eden hocalarımı Beykent’e davet ettim. Bir öğleden sonra Adem Bey’in ofisinde buluştuk. Biraz sonra ofise bir grup daha girdi, adını daha sonra öğrendiğim Ömer Dinçer de aralarındaydı. Gelenler İTÜ’den bir grup öğretim üyesiydi. Sohbet koyulaştı, ben hariç, herkes neredeyse birbirini ilk defa gördüğü için sorularla tanışma sürecine girmişlerdi. Çaylar kahveler içildi ve ayrılık zamanı geldi. Adem Bey tüm gruba, bu zor şartlarda (ki kurulan üniversite o günlerde gazetelerde “korsan üniversite” olarak kamuya duyuruluyordu ve velilere çocuklarını buraya göndermemeleri ima ediliyordu) oluşturulmakta olan üst Kurul üyeliklerini kabul ettikleri için teşekkür etti ve ilk toplantıya bir kaç gün içinde davet edileceklerini söyledi. Biraz garipsemiştim. Benim listemde olan hocaların sayısı altı idi. Ömer Dinçer yedi; İTÜ’den gelenler ise dört. Mustafa Melek, Adem Çelik ve Veysel Batmaz ile birlikte toplam ondört kişi ediyorduk ve Kurul’un sayısı Liverpool John Moores University ile yaptığımız anlaşmaya göre en fazla dokuz kişi olabilirdi. Anlamsız anlamsız Adem Bey’in yüzüne baktım; kendi çağırdığım hocalara mahçup olmak istemiyordum. Bu duruma göre herkese kurul üyeleri verilemeyeceğine göre, beş kişi açıkta kalacaktı. Adem Bey’in aklındaki bu beş kişi kimdi? Yavaş yavaş yerlerimizden kalkarken, Adem Bey yanıma gelerek elimi tuttu ve odada kalmamı sağladı. Herkes çıktıktan sonra ise, bana, “bir üniversite sizin davet ettiğiniz hocalarla kurulur, benimkilerle değil; diğerlerini kurula almayın, ben onlara iletirim” dedi. Bunu söyeyen Adem Çelik, neredeyse Lise diplomasını bile dışarıdan almış, üniversite okumamış bir kişiydi. Sevinçten ne söyleyeceğimi şaşırmış ve sadece “peki” demiştim, “listeyi hazırlar, ilk tolantı gününü saptarım.”
Ertesi gün Adem Bey beni telefonla arayarak, listeye Ömer Dinçer’i de katmamı istedi. Böylelikle on kişi oluyorduk. Dokuz kişilik asil liste yapmamı ve kendisinin Kurul’a dışarıdan “informal olarak” sadece gözlemci olarak Başkanlık yapacağını söyledi. Böylece kurul dokuz kişi olarak oluşmuş oldu: Adem Çelik (Başkan), Mustafa Melek (Başkan Vekili), Veysel Batmaz (Akademik Direktör), Mustafa Aysan, Erhan Karaesmen, Suha Arın, Çağlar Keyder, Şevket Pamuk, Ayşen Akpınar ve Ömer Dinçer.
İlk toplantıyı hemen yaptık ve LJMU ile yapılan anlaşmanın ana hatlarını onayladık. Toplantıya Ömer Dinçer dışında bütün üyeler katılmıştı. İkinci toplantı da bir hafta kadar sonra yapıldı; yine Ömer Dinçer çağrıldığı halde yoktu. Üçüncü toplantıya da gelmeyince, durumu Adem Bey’e sorma gereksinimi duydum. Ömer Dinçer kurulda daha önce tanımadığım tek kişiydi. Adem Bey, “ben kendisine sorarım, sen arama” dedi. İki gün kadar sonra ise, “Ömer’i listeden çıkart, o artık gelmeyecek, Büyükşehir Belediyesi danışmanlık görevi ile birlikte bu işi yürütemeyecekmiş” dedi. Ben de ilk kez Ömer Dinçer’in Tayyip Erdoğan’ın Belediye’de danışmanı olduğunu öğrenmiş oldum. Ben de o sıralarda, kurul üyesi Erhan Karaesmen ile birlikte Sefa Sirmen’in İzmit Büyükşehir Belediyesi Danışma Kurulu Üyesi olduğumdan, bu durum bana pek de garip gözükmemişti. Yıllar sonra ise, o zamanlar İGDAŞ Genel Müdür Yardımcısı ya da üst düzey bir yetkilisi olan İbrahim Toprak’tan, Ömer Dinçer’in, o zamanlar etrafına “o kadar ilkeliyim ki, korsan üniversite’de bile çalışmadım” şeklindeki, ettiği sözlerini duydum. Bunu da garipsemedim, taa ki, aynı Üniversite’ye 1997 yılında ilk önce “kalite danışmanı, sonradan da Dekan olarak” gelinceye kadar. Temelinde korsanlık bulunan bir kurumda çalışmayı sonunda kabul etmiş görünüyordu. Ama artık Üniversite “yasal”dı ve adı da İngiliz LJMU değil, öz be öz YÖK tarafından onaylı, yasası Meclis’ten geçmiş T.C. Beylent Üniversitesi idi.
İşte bu sıralar, 1998 yılında, Ömer Dinçer’in, Tamer Koçel’den intihal yaparak bir kitap yazdığını bir sohbette Baylan Altuğ’dan duydum. Şaşırmıştım. Bu kadar ilkeli bir insanın bu işleri yapamayacağını varsayıyordum. Ancak, Baylan Altuğ, her satırı bizzat arkadaşı Tamer Koçel tarafından sarı fosforlu kalemle çizilmiş kitabı gösteriyordu. “Bakın işte Tamer’in kendisi saptamış işi, inanmıyorsanız bana, buyrun bu kitabı inceleyin.” diyordu. Konu epey bir üstü örtülü şekilde konuşulduktan sonra, Ömer Dinçer’in Başbakanlık Müsteşarı olduğu güne kadar unutuldu. Ben de unutmuştum olayı. “Eğer Tamer Koçel işin ucunu bırakmışsa, olayın ilgilisi de mağduru da değilim, bana ne” demiştim. Aynı zamanda, Ömer Dinçer’in oldukça sürpriz bir biçimde Müsteşar olduğunu duyunca çok şaşırmıştım. Bir çok kaynaktan, Ömer Dinçer’in Belediye’deki danışmanlık görevinden Tayyip Bey ile münakaşa ettikten sonra kızgınlıkla ayrıldığını ve o nedenle Beykent Üniversitesi’ne geçtiğini duymuştum. Şimdi ise barışmış görünüyorlardı. Politika bu, her şey olur.
Yine Ömer Dinçer’in Müsteşarlığının ilk günlerinde, Büyükçekmece sahilindeki Star lokantasında, Beykent’teki eski arkadaşlarla bermutad aylık yemeklerimizden birinde, Baylan Altuğ konuyu yine gündeme getirdi. Artık çoğumuzun Beykent Üniversitesi ile ilişiği kalmamıştı. Ben Ömer Dinçer’e kızgındım. Çünkü, büyük emeklerle ve özveri ile kurmuş olduğumuz Üniversite’yi bambaşka amaçlara alet etmeye çalışmış olduğunu düşünüyordum. Hâttâ, 1997’de kalite danışmaı olarak katıldığı bir Mütevelli Heyeti toplantısına Beykent Üniversitesi’nin “inançlı mezun” yetiştirmek misyonuna sahip olduğunu belirten bir Kalite Belgesi’ne Çağlar Keyder ile birlikte karşı çıktığımı hatırlıyordum. (Bu konuyu daha önce yazdım.) Baylan Altuğ da Ömer Dinçer ile çelişkili bir biçimde ayrılmıştı, Üniversite’den. O günkü yemekten sonra, konuyu www.haber3.com da yazmaya karar verdim ve iki gün sonra, 2 Kasım 2003’te, “İki Ömer” başlıklı bir yazı ile, Ömer Dinçer’in “intihal yaptığının çok yaygın olarak söylendiğini” kamuya duyurdum. Müsteşarlığının ilk ayıydı. Haber birden patladı. Hürriyet genel olarak ve Cumhuriyet gazetesi adımı ve HABER3’ü de zikrederek, olayı MEME’ye duyurdu. Olay aynı tarihlerde, amiral gemisi varakta da tefrika edildi.
[(Haber3’deki yazıda şöyle bir cümlem vardı: “İki Ömer’e gelince; bunlardan birini tanıyorum, diğerini de duyuyorum. Biri Ömer Dinçer; diğeri Ömer Çelik. Bu iki Ömer de, içinde yaşadığımız bu ülke için çok elzem varlıklar ki, şu anda, biri Başbakan danışmanı, diğeri müsteşarı. Bunlardan biri medyatik, diğeri akademik. (Akademik olanının, yani Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer’in akademikliğini yokedebilecek bir intihal [başka birininin yazısını kendinin gibi göstermek; yani çalmak, ki en büyük akademik suçtur] vakası var. Şu andaki konumuz bu değil. Bu işi Tamer Bey takip ediyordur herhalde. Ya da MEME’de mebzul miktarda bulunan araştırmacı gaz-teciler ve onların Başı Zaptiye Murat Bardakçı Efendü hazretleri. Bizi de aydınlatırlar, inşallah!) İşte size çifte kavrulmuş Hz.Ömer adaleti.” (2 Kasım 2003) Tıklayın: Haber3 arşivi: http://www.haber3.com/yazar.haber3?id=70387) Hürriyet gazetesindeki Oktay Ekşi mahreçli ilk haber 11 Şubat 2004; Cumhuriyet gazetesinde benim adımı da anan haber 12 Şubat 2004 tarihlidir. Yani buradan duyururum; Türkiye’de olacakları ilk duymak istiyorsanız beni okuyun!]
İşin İstanbul Üniversitesi ile ilişkisine gelince: Ömer Dinçer bu haberlerden sonra bana, “hakaret ve sövme” davası açtı. (Yani, haber3’teki yazımı yazdıktan 5 ve Hürriyet ve Cumhuriyet gazetesinde çıkan haberden tam 2 ay sonra) Ben de kendimi savunmak üzere işin kökenine inmeye karar verdim. 2000 yılından sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde tam zamanlı, bir Vakıf üniversitesinden Devlet üniversitesine geçen ilk (ve belki de hâlâ tek) profesör olarak çalışmaya başlamıştım. Hemen, İ.Ü. İşletme Fakültesi’ne gittim ve o zamanki Tamer Koçel’in asistanlarını buldum. Olayı çok iyi hatırladıkları halde konuşmak istemediler. Ancak anladım ki, İşletme Fakültesi kurullarında da konu tartışılmış ve üzeri örtülmüş. Varsa bu kurul kararlarına ulaşmak istedim ama başarılı olamadım. Tamer Koçel ile iki defa telefonla konuştum ve “davalık olduğumu ve konu hakkında bilgi edimek istediğimi”kendisine ilettim ancak pek doyurucu bir cevap alamadım. Telefonda bana Tamer Bey, “şimdi bir konferansa gidiyorum, dönünce konuşuruz” demişti ve ben de kendisini bir daha aramadım. Kendisi de beni aramadı. Zaten, davalık olduğum durum bütün MEME’de yer almaya ve benim haklı olduğum ortaya çıkmaya başlamıştı.
İstanbul Üniversitesi’nde bütün bu olaylar Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu zamanında olmuştu. Yani, Üniversite’nin bir öğretim üyesinden (ki Tamer Koçel intihal’in yapıldığı sırada İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi öğretim üyesiydi), başka bir Üniversitenin öğretim üyesince “bilim hırsızlığı” yapılmış ve bu konu akademik kurullara kadar yansıdığı halde, Üniversite yönetiminden ses seda çıkmamıştı. İşte İstanbul Üniversitesi’nin bu sessiz kalması, durumu bu günlere kadar getirdi. Benim gibi kişiler, hakaret ettiğim iddiası ile haksız bir biçimde mahkemeye verildiler ve zamanları heba oldu; üniversitenin etik yapısı zedelenmiş oldu ve en önemlisi de, bilim hırsızlığı önceki ve sonraki bazı olaylarla da pekişerek, “vakayı adiyeden” sayılmaya kadar uzandı. Hâttâ, Kemal Alemdaroğlu’nun yasa dışı olarak resmi yazışmayla duyurarak “Fakülte Akedemik Kurulu” adıyla topladığı bir İletişim Fakültesi Toplantı salonunda yaptığı bir toplantıda, bizzat Kemal Alemdaroğlu tarafından, “ne var yani, içinizde intihal yapmayan mı var, araştırırsam hepsini bulurum” denilerek, neredeyse, ben dahil ama herkes de dahil, tüm ve külliyen bütün öğretim üyelerine “mikrop” sıçratılmış oldu.
Bu iş, İstanbul Üniversitesi ve Tamer Koçel, ilk intihal saptanması yapıldığında ayrı ayrı veya aynı anda harekete geçseydi ve bilimkurumu ve biliminsanı gibi davransalardı, politik hınç ve intikam almanın bir yolu olmayacak; Ömer Dinçer’in “haklı mı haksız mı” olduğu bilimsel olarak kanıtlanacak ve konu sadece akademik cezalandırılma ile kapanacak ve ondan sonra da, umulur ki, başka hiç kimse bu işe tevessül etmeyecekti. Edenler de layık oldukları cezayı behemahal alacaklar ve “etik etik” diye ortalıkta dolanan zevat, yaptıklarını örtmenin bir aracı olarak etik şemsiyesine sığınmayacaktı.
İş işten geçmiştir; artık ne yapılırsa, kim intihal yaparsa, kendini “politik bir linç girişimi ile karşı karşıya olduğunu” ileri sürerek, dokunulmazlık isteyecek ve bilimsel hırsızlık adi bir olay haline düşürülecektir.
Herkese, başta İstanbul Üniversitesi ve Tamer Koçel olmak üzere, geçmiş olsun diyorum. Ellerindeki “etik olma ve bilimkurumu ile biliminsanı olma fırsatını” kaçırdılar.
Şimdi ise hiç hazzetmem ama sözü MEME’den Melih Aşık’a bırakıyorum (Milliyet, 22 Ekim 2005). (Tamer Koçel’in iki yıl dediği ise en az beş yıl.):
“İntihal suçu:
YÖK Denetleme Kurulu, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer'in "intihal" (aşırma) yaptığını kesinleştirdi. Ömer Dinçer'in profesör unvanı geri alınacak, öğretim üyeliğine de son verilecek.
Van Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın'ın, YÖK kararının Dinçer'e ulaşmasından bir gün sonra tutuklanması ilginç bir gelişme olarak dikkati çekiyor...
Profesör Tamer Koçel dün konuğumuzdu... Kimdir Sayın Koçel? Kültür Üniversitesi Rektörü.. Ve Başbakanlık Müsteşarı Prof. Ömer Dinçer'in kitabından intihal yaptığı hoca... Ziyaretin amacı başkaydı ama güncel gelişmeler bizi intihalle ilgili sohbete götürdü... Profesör Koçel:- Ömer Dinçer'in profesörlük jürisinde bulunmuştum, diye söze başladı, onun "İşletme Yönetimi" adlı kitabını da bana matbaacı gösterdi. Kitabı karıştırırken kimi bölümlerin benim "İşletme Yöneticiliği" kitabımla tıpatıp aynı oluşu dikkatimi çekti... İmla hataları bile aynıydı. Ne var ki benim adıma ve kitabıma hiç referans yapmıyordu. Ömer Dinçer'e telefon açarak durumu garipsediğimi anlattım. Haberi olmadığını, kitabı ortaklaşa yazdığı arkadaşının (Doçent Yahya Fidan) bunu yapmış olabileceğini söyledi. Ben şikâyetçi olmadım. 2 yıl sonra Hürriyet konuyu manşet yaptı. Birkaç yıl önce de Sivas Cumhuriyet Üniversitesi kitapları inceleyerek "intihal" kararına vardı...
Bu olayın en ilginç yanlarından biri de, intihal olayının Ömer Dinçer'in Başbakanlık Müsteşarı konumunu hiç ama hiç etkilemiyor oluşu!..”
Prof. Dr. Veysel Batmaz
22 Ekim 2005; 12:14
ASIL İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ’Nİ
İLGİLENDİRİYOR
Prof. Dr. Veysel Batmaz
Ömer Dinçer ile tanışmam 1995 yılına kadar gider. O zamanlar sahibinin Adem Çelik olduğu Beykent İleri Eğitim Kurumu’nun iki yöneticisinden biri olarak çalışıyordum. Diğeri Dr. Mustafa Melek idi. Amacımız, İngiltere’nin Liverpool John Moores University ile “franchising” anlaşması yaparak, daha adı bile Türkiye’de bilinmeyen “üniversite yolu ile AB’ye” girmekti. Başardık da. Türkiye’nin ilk yasal yabancı üniversitesi’ni Beylikdüzü’ndaki şimdiki Beykent Üniversitesi binasında, iki yıl hazırlık sonrasında, kurduk-yıl 1995. Fakat o zamanki YÖK başkanı olan Mehmet Sağlam ve gazeteci Abbas Güçlü’nün tezviratına uğradık, yasal olarak hiç bir şey yapamasalar da, üniversitenin açılış törenine davet ettiğimiz ve kabul ederek o sabah Huber Köşkü’nden yola çıkan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i, “korsan üniversite açılışına gidiyor” diye Milliyet gazetesinde yayın yaparak, yarı yoldan döndürdüler. Bunun sorumlusu Mehmet Sağlam ve Abbas Güçlü’dür. Biz bundan on yıl kadar önce, “AB’yi Türkiye’ye sokmuştuk”; şimdi ise AB Türkiye’yi içine sokmuyor.
Ömer Dinçer, işte o zaman oluşturmakla yükümlü olduğum Beykent İleri Eğitim Kurumu’nun Akademik Kurulu’na üye ararken Patron Adem Çelik tarafından Kurul’a almam için önerilen isimdi. Benim önerdiğim Kurul üyeleri ise, Prof. Dr. Mustafa Aysan, Prof. Dr. Çağlar Keyder, Prof. Dr. Şevket Pamuk, Prof. Erhan Karaesmen ve Suha Arın’dı. Prof. Dr. Ayşen Apınar ise Kıbrıs’tan gelerek Kurul’a katıldı. Kurulun oluşturulmasından önce Adem Bey bir tanışma/sohbet toplantısı düzenlememi istedi. Ben de öneride bulunduğum ve büyük bir özveri ile beni kabul eden hocalarımı Beykent’e davet ettim. Bir öğleden sonra Adem Bey’in ofisinde buluştuk. Biraz sonra ofise bir grup daha girdi, adını daha sonra öğrendiğim Ömer Dinçer de aralarındaydı. Gelenler İTÜ’den bir grup öğretim üyesiydi. Sohbet koyulaştı, ben hariç, herkes neredeyse birbirini ilk defa gördüğü için sorularla tanışma sürecine girmişlerdi. Çaylar kahveler içildi ve ayrılık zamanı geldi. Adem Bey tüm gruba, bu zor şartlarda (ki kurulan üniversite o günlerde gazetelerde “korsan üniversite” olarak kamuya duyuruluyordu ve velilere çocuklarını buraya göndermemeleri ima ediliyordu) oluşturulmakta olan üst Kurul üyeliklerini kabul ettikleri için teşekkür etti ve ilk toplantıya bir kaç gün içinde davet edileceklerini söyledi. Biraz garipsemiştim. Benim listemde olan hocaların sayısı altı idi. Ömer Dinçer yedi; İTÜ’den gelenler ise dört. Mustafa Melek, Adem Çelik ve Veysel Batmaz ile birlikte toplam ondört kişi ediyorduk ve Kurul’un sayısı Liverpool John Moores University ile yaptığımız anlaşmaya göre en fazla dokuz kişi olabilirdi. Anlamsız anlamsız Adem Bey’in yüzüne baktım; kendi çağırdığım hocalara mahçup olmak istemiyordum. Bu duruma göre herkese kurul üyeleri verilemeyeceğine göre, beş kişi açıkta kalacaktı. Adem Bey’in aklındaki bu beş kişi kimdi? Yavaş yavaş yerlerimizden kalkarken, Adem Bey yanıma gelerek elimi tuttu ve odada kalmamı sağladı. Herkes çıktıktan sonra ise, bana, “bir üniversite sizin davet ettiğiniz hocalarla kurulur, benimkilerle değil; diğerlerini kurula almayın, ben onlara iletirim” dedi. Bunu söyeyen Adem Çelik, neredeyse Lise diplomasını bile dışarıdan almış, üniversite okumamış bir kişiydi. Sevinçten ne söyleyeceğimi şaşırmış ve sadece “peki” demiştim, “listeyi hazırlar, ilk tolantı gününü saptarım.”
Ertesi gün Adem Bey beni telefonla arayarak, listeye Ömer Dinçer’i de katmamı istedi. Böylelikle on kişi oluyorduk. Dokuz kişilik asil liste yapmamı ve kendisinin Kurul’a dışarıdan “informal olarak” sadece gözlemci olarak Başkanlık yapacağını söyledi. Böylece kurul dokuz kişi olarak oluşmuş oldu: Adem Çelik (Başkan), Mustafa Melek (Başkan Vekili), Veysel Batmaz (Akademik Direktör), Mustafa Aysan, Erhan Karaesmen, Suha Arın, Çağlar Keyder, Şevket Pamuk, Ayşen Akpınar ve Ömer Dinçer.
İlk toplantıyı hemen yaptık ve LJMU ile yapılan anlaşmanın ana hatlarını onayladık. Toplantıya Ömer Dinçer dışında bütün üyeler katılmıştı. İkinci toplantı da bir hafta kadar sonra yapıldı; yine Ömer Dinçer çağrıldığı halde yoktu. Üçüncü toplantıya da gelmeyince, durumu Adem Bey’e sorma gereksinimi duydum. Ömer Dinçer kurulda daha önce tanımadığım tek kişiydi. Adem Bey, “ben kendisine sorarım, sen arama” dedi. İki gün kadar sonra ise, “Ömer’i listeden çıkart, o artık gelmeyecek, Büyükşehir Belediyesi danışmanlık görevi ile birlikte bu işi yürütemeyecekmiş” dedi. Ben de ilk kez Ömer Dinçer’in Tayyip Erdoğan’ın Belediye’de danışmanı olduğunu öğrenmiş oldum. Ben de o sıralarda, kurul üyesi Erhan Karaesmen ile birlikte Sefa Sirmen’in İzmit Büyükşehir Belediyesi Danışma Kurulu Üyesi olduğumdan, bu durum bana pek de garip gözükmemişti. Yıllar sonra ise, o zamanlar İGDAŞ Genel Müdür Yardımcısı ya da üst düzey bir yetkilisi olan İbrahim Toprak’tan, Ömer Dinçer’in, o zamanlar etrafına “o kadar ilkeliyim ki, korsan üniversite’de bile çalışmadım” şeklindeki, ettiği sözlerini duydum. Bunu da garipsemedim, taa ki, aynı Üniversite’ye 1997 yılında ilk önce “kalite danışmanı, sonradan da Dekan olarak” gelinceye kadar. Temelinde korsanlık bulunan bir kurumda çalışmayı sonunda kabul etmiş görünüyordu. Ama artık Üniversite “yasal”dı ve adı da İngiliz LJMU değil, öz be öz YÖK tarafından onaylı, yasası Meclis’ten geçmiş T.C. Beylent Üniversitesi idi.
İşte bu sıralar, 1998 yılında, Ömer Dinçer’in, Tamer Koçel’den intihal yaparak bir kitap yazdığını bir sohbette Baylan Altuğ’dan duydum. Şaşırmıştım. Bu kadar ilkeli bir insanın bu işleri yapamayacağını varsayıyordum. Ancak, Baylan Altuğ, her satırı bizzat arkadaşı Tamer Koçel tarafından sarı fosforlu kalemle çizilmiş kitabı gösteriyordu. “Bakın işte Tamer’in kendisi saptamış işi, inanmıyorsanız bana, buyrun bu kitabı inceleyin.” diyordu. Konu epey bir üstü örtülü şekilde konuşulduktan sonra, Ömer Dinçer’in Başbakanlık Müsteşarı olduğu güne kadar unutuldu. Ben de unutmuştum olayı. “Eğer Tamer Koçel işin ucunu bırakmışsa, olayın ilgilisi de mağduru da değilim, bana ne” demiştim. Aynı zamanda, Ömer Dinçer’in oldukça sürpriz bir biçimde Müsteşar olduğunu duyunca çok şaşırmıştım. Bir çok kaynaktan, Ömer Dinçer’in Belediye’deki danışmanlık görevinden Tayyip Bey ile münakaşa ettikten sonra kızgınlıkla ayrıldığını ve o nedenle Beykent Üniversitesi’ne geçtiğini duymuştum. Şimdi ise barışmış görünüyorlardı. Politika bu, her şey olur.
Yine Ömer Dinçer’in Müsteşarlığının ilk günlerinde, Büyükçekmece sahilindeki Star lokantasında, Beykent’teki eski arkadaşlarla bermutad aylık yemeklerimizden birinde, Baylan Altuğ konuyu yine gündeme getirdi. Artık çoğumuzun Beykent Üniversitesi ile ilişiği kalmamıştı. Ben Ömer Dinçer’e kızgındım. Çünkü, büyük emeklerle ve özveri ile kurmuş olduğumuz Üniversite’yi bambaşka amaçlara alet etmeye çalışmış olduğunu düşünüyordum. Hâttâ, 1997’de kalite danışmaı olarak katıldığı bir Mütevelli Heyeti toplantısına Beykent Üniversitesi’nin “inançlı mezun” yetiştirmek misyonuna sahip olduğunu belirten bir Kalite Belgesi’ne Çağlar Keyder ile birlikte karşı çıktığımı hatırlıyordum. (Bu konuyu daha önce yazdım.) Baylan Altuğ da Ömer Dinçer ile çelişkili bir biçimde ayrılmıştı, Üniversite’den. O günkü yemekten sonra, konuyu www.haber3.com da yazmaya karar verdim ve iki gün sonra, 2 Kasım 2003’te, “İki Ömer” başlıklı bir yazı ile, Ömer Dinçer’in “intihal yaptığının çok yaygın olarak söylendiğini” kamuya duyurdum. Müsteşarlığının ilk ayıydı. Haber birden patladı. Hürriyet genel olarak ve Cumhuriyet gazetesi adımı ve HABER3’ü de zikrederek, olayı MEME’ye duyurdu. Olay aynı tarihlerde, amiral gemisi varakta da tefrika edildi.
[(Haber3’deki yazıda şöyle bir cümlem vardı: “İki Ömer’e gelince; bunlardan birini tanıyorum, diğerini de duyuyorum. Biri Ömer Dinçer; diğeri Ömer Çelik. Bu iki Ömer de, içinde yaşadığımız bu ülke için çok elzem varlıklar ki, şu anda, biri Başbakan danışmanı, diğeri müsteşarı. Bunlardan biri medyatik, diğeri akademik. (Akademik olanının, yani Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer’in akademikliğini yokedebilecek bir intihal [başka birininin yazısını kendinin gibi göstermek; yani çalmak, ki en büyük akademik suçtur] vakası var. Şu andaki konumuz bu değil. Bu işi Tamer Bey takip ediyordur herhalde. Ya da MEME’de mebzul miktarda bulunan araştırmacı gaz-teciler ve onların Başı Zaptiye Murat Bardakçı Efendü hazretleri. Bizi de aydınlatırlar, inşallah!) İşte size çifte kavrulmuş Hz.Ömer adaleti.” (2 Kasım 2003) Tıklayın: Haber3 arşivi: http://www.haber3.com/yazar.haber3?id=70387) Hürriyet gazetesindeki Oktay Ekşi mahreçli ilk haber 11 Şubat 2004; Cumhuriyet gazetesinde benim adımı da anan haber 12 Şubat 2004 tarihlidir. Yani buradan duyururum; Türkiye’de olacakları ilk duymak istiyorsanız beni okuyun!]
İşin İstanbul Üniversitesi ile ilişkisine gelince: Ömer Dinçer bu haberlerden sonra bana, “hakaret ve sövme” davası açtı. (Yani, haber3’teki yazımı yazdıktan 5 ve Hürriyet ve Cumhuriyet gazetesinde çıkan haberden tam 2 ay sonra) Ben de kendimi savunmak üzere işin kökenine inmeye karar verdim. 2000 yılından sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde tam zamanlı, bir Vakıf üniversitesinden Devlet üniversitesine geçen ilk (ve belki de hâlâ tek) profesör olarak çalışmaya başlamıştım. Hemen, İ.Ü. İşletme Fakültesi’ne gittim ve o zamanki Tamer Koçel’in asistanlarını buldum. Olayı çok iyi hatırladıkları halde konuşmak istemediler. Ancak anladım ki, İşletme Fakültesi kurullarında da konu tartışılmış ve üzeri örtülmüş. Varsa bu kurul kararlarına ulaşmak istedim ama başarılı olamadım. Tamer Koçel ile iki defa telefonla konuştum ve “davalık olduğumu ve konu hakkında bilgi edimek istediğimi”kendisine ilettim ancak pek doyurucu bir cevap alamadım. Telefonda bana Tamer Bey, “şimdi bir konferansa gidiyorum, dönünce konuşuruz” demişti ve ben de kendisini bir daha aramadım. Kendisi de beni aramadı. Zaten, davalık olduğum durum bütün MEME’de yer almaya ve benim haklı olduğum ortaya çıkmaya başlamıştı.
İstanbul Üniversitesi’nde bütün bu olaylar Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu zamanında olmuştu. Yani, Üniversite’nin bir öğretim üyesinden (ki Tamer Koçel intihal’in yapıldığı sırada İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi öğretim üyesiydi), başka bir Üniversitenin öğretim üyesince “bilim hırsızlığı” yapılmış ve bu konu akademik kurullara kadar yansıdığı halde, Üniversite yönetiminden ses seda çıkmamıştı. İşte İstanbul Üniversitesi’nin bu sessiz kalması, durumu bu günlere kadar getirdi. Benim gibi kişiler, hakaret ettiğim iddiası ile haksız bir biçimde mahkemeye verildiler ve zamanları heba oldu; üniversitenin etik yapısı zedelenmiş oldu ve en önemlisi de, bilim hırsızlığı önceki ve sonraki bazı olaylarla da pekişerek, “vakayı adiyeden” sayılmaya kadar uzandı. Hâttâ, Kemal Alemdaroğlu’nun yasa dışı olarak resmi yazışmayla duyurarak “Fakülte Akedemik Kurulu” adıyla topladığı bir İletişim Fakültesi Toplantı salonunda yaptığı bir toplantıda, bizzat Kemal Alemdaroğlu tarafından, “ne var yani, içinizde intihal yapmayan mı var, araştırırsam hepsini bulurum” denilerek, neredeyse, ben dahil ama herkes de dahil, tüm ve külliyen bütün öğretim üyelerine “mikrop” sıçratılmış oldu.
Bu iş, İstanbul Üniversitesi ve Tamer Koçel, ilk intihal saptanması yapıldığında ayrı ayrı veya aynı anda harekete geçseydi ve bilimkurumu ve biliminsanı gibi davransalardı, politik hınç ve intikam almanın bir yolu olmayacak; Ömer Dinçer’in “haklı mı haksız mı” olduğu bilimsel olarak kanıtlanacak ve konu sadece akademik cezalandırılma ile kapanacak ve ondan sonra da, umulur ki, başka hiç kimse bu işe tevessül etmeyecekti. Edenler de layık oldukları cezayı behemahal alacaklar ve “etik etik” diye ortalıkta dolanan zevat, yaptıklarını örtmenin bir aracı olarak etik şemsiyesine sığınmayacaktı.
İş işten geçmiştir; artık ne yapılırsa, kim intihal yaparsa, kendini “politik bir linç girişimi ile karşı karşıya olduğunu” ileri sürerek, dokunulmazlık isteyecek ve bilimsel hırsızlık adi bir olay haline düşürülecektir.
Herkese, başta İstanbul Üniversitesi ve Tamer Koçel olmak üzere, geçmiş olsun diyorum. Ellerindeki “etik olma ve bilimkurumu ile biliminsanı olma fırsatını” kaçırdılar.
Şimdi ise hiç hazzetmem ama sözü MEME’den Melih Aşık’a bırakıyorum (Milliyet, 22 Ekim 2005). (Tamer Koçel’in iki yıl dediği ise en az beş yıl.):
“İntihal suçu:
YÖK Denetleme Kurulu, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer'in "intihal" (aşırma) yaptığını kesinleştirdi. Ömer Dinçer'in profesör unvanı geri alınacak, öğretim üyeliğine de son verilecek.
Van Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın'ın, YÖK kararının Dinçer'e ulaşmasından bir gün sonra tutuklanması ilginç bir gelişme olarak dikkati çekiyor...
Profesör Tamer Koçel dün konuğumuzdu... Kimdir Sayın Koçel? Kültür Üniversitesi Rektörü.. Ve Başbakanlık Müsteşarı Prof. Ömer Dinçer'in kitabından intihal yaptığı hoca... Ziyaretin amacı başkaydı ama güncel gelişmeler bizi intihalle ilgili sohbete götürdü... Profesör Koçel:- Ömer Dinçer'in profesörlük jürisinde bulunmuştum, diye söze başladı, onun "İşletme Yönetimi" adlı kitabını da bana matbaacı gösterdi. Kitabı karıştırırken kimi bölümlerin benim "İşletme Yöneticiliği" kitabımla tıpatıp aynı oluşu dikkatimi çekti... İmla hataları bile aynıydı. Ne var ki benim adıma ve kitabıma hiç referans yapmıyordu. Ömer Dinçer'e telefon açarak durumu garipsediğimi anlattım. Haberi olmadığını, kitabı ortaklaşa yazdığı arkadaşının (Doçent Yahya Fidan) bunu yapmış olabileceğini söyledi. Ben şikâyetçi olmadım. 2 yıl sonra Hürriyet konuyu manşet yaptı. Birkaç yıl önce de Sivas Cumhuriyet Üniversitesi kitapları inceleyerek "intihal" kararına vardı...
Bu olayın en ilginç yanlarından biri de, intihal olayının Ömer Dinçer'in Başbakanlık Müsteşarı konumunu hiç ama hiç etkilemiyor oluşu!..”
Prof. Dr. Veysel Batmaz
22 Ekim 2005; 12:14