12 Eylül 2005

 

25 YIL SONRA İŞTE MEME'NİN ACINACAK HALİ; PÜRMELÂLİ...

12 EYLÜL’Ü ANLATTIRA ANLATTIRA 12 EYLÜL'ÜN EN ÖNEMLİ NEDENLERİNDEN BİRİ OLAN DEMİREL’E ANLATTIRIYORLAR ya da GEYİK YAPIYORLAR...
BAŞKALARININ DA ANLATACAKLARI ÇOK ŞEY VAR, HEM DE CİDDÎ...



MURAT YETKİN’in Ropörtajı, Radikal

1912'den beri darbe nedeni aynı

28 Şubat döneminde herkes burnundan soluyordu. Askerlere dedim ki, 'Siz sıkıntılarınızı bize söylerseniz çare bulabiliriz. Ama siz böyle yapmıyorsunuz. Bir deklarasyon yayımlıyorsunuz, hükümeti dağıtıyorsunuz, gelip kendiniz oturuyorsunuz'

Siz yıllar sonra cumhurbaşkanı olarak bir başka deneyimi daha yaşadınız; bu defa hükümete müdahil olarak. 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu öncesinde hep yazılan ancak içeriği pek açığa çıkmayan bir Genelkurmay ziyaretiniz vardı. Toplantıyı siz mi istemiştiniz? Neler konuşuldu orada?
Haftada bir defa cumhurbaşkanları Genelkurmay başkanıyla konuşur. Askerler çok dürüst insanlardır. Söylediklerine dikkat etmek lazım, iki manaya gelecek laf söylemezler, net konuşurlar. Türkiye'nin o ortamında sivillerin rahatsız olduğu birtakım şeylerden askerin rahatsız olmaması mümkün değil. "Genelkurmay Başkanı (Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı) haftalık görüşmede rahatsızlıklarını ifade etti. "Rahatsızız, irticadan endişemiz var, dün bir numaralı tehdit irtica değildi bugün irticadır" dedi. "Sizi rahatsız eden hususlar nelerdir dedim. Çünkü ben halkın önüne çıkıp 'Asker huzursuz' diyemem. Sizi rahatsız eden şeyleri anlatın dedim. Ben nihayet Cumhurbaşkanı olarak Başkumandanlığın temsilcisiyim. Bir hafta içinde davet ettiler. 17 Ocak'ta Genelkurmay'a tek gittim. Genelkurmay Başkanı vardı, İkinci Başkan vardı (Orgeneral Çevik Bir), İstihbarat Dairesi Başkanı (Korgeneral Fevzi Türkeri) vardı. İki general, iki de albay vardı. Bana rahatsız oldukları 55 konuyu teker teker anlattılar. Dört saat sürdü. Kendilerine dedim ki, siz bunları bana verin, ben bunları takip ettireyim. Bir bakayım, gözden geçireyim, üzerinde durulması gerekenleri hükümete intikal ettirir ve takip ederim, adım atıldığında mahcubiyet olmasın dedim.

Erbakan'a tam saha baskı
MGK'dan önce sayın Necmettin Erbakan'ın dikkatini çektim. Sonra askere döndüm dedim ki, bu söylediğiniz şeylerin 30 kadarının üzerinde durulamaz, yani somut değil. Bunların dışında 25 kadarının üzerinde durulması gerekiyor, ben de bunları hükümete intikal ettirdim. Sonra bir yazı yazdım Erbakan'a: "Bak kardeşim rahatsızlık var, rahatsızlık şahsından değil. Sen Başbakansın. Ben sana bir hükümet kurma görevi verirken senden şüphelenerek vermedim. Eşit haklara sahip bir siyasetçisin. Ama bir yere gelmek başka bir iştir, o görevi iyi götürebilmek başka bir iştir. Ben sana Cumhurbaşkanı olarak söylemiyorum, tecrübeli bir insan olarak söylüyorum. Bunlar üzerinde bir dur. Başarı sadece sana tabii bir şey değildir, başkalarını da hesaba katacaksın. Bunu hesaba kat." Sonra 28 Şubat günü geldi. Bunlar 28 Şubat toplantısına hazırlıklı olarak, 18 maddelik bir tebliğle geldiler. Benim bir gün evvelden haberim oldu. MGK Genel Sekreteri getirdi (Orgeneral İlhan Kılıç). Başbakan yardımcısı Tansu Çiller'e dedim ki, askerlerle konuş, iyi şeyler olmuyor burada. Yazılan şeylerin sertlik yaratacağını biliyorum. MGK'da sert tartışmalar oldu. Karadayı yatıştırıcıydı, en sert Güven'di, amiral (Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya). Ağır şeyler söyledi Erbakan'a. "Senin ağzından hiç Türk lafı çıkmadı" gibi laflar söyledi. "Çok rahatsızız, irtica aldı yürüdü" dedi. Erbakan dedi ki, "Ben Türk olmakla övünürüm, ben Kozanoğlu ahfadından geliyorum" dedi. Maraşlı ya onlar.
Başbakan savunmaya geçmiş yani. Dokuz saati geçen bir toplantıydı. Hep bu şekilde mi sürdü?
Sonra ben müdahale ettim. Beyannamede halkı rencide edecek ifadeler vardı, onları düzelttirdim. Dindar insanları, karşıya almanın manası yok. 28 Şubat'a postmodern hükümet darbesi diyenler oldu? Sizce de bir darbe miydi? Orada hükümet darbesi diye bir olay yoktu. Hükümet 18 Haziran'da çekilmiştir. Yani, 3.5 ay sonra. Hiç itiraz olmadı ki hükümet kanadından, hepsi imzaladı ve göreve devam etti. Bu bir darbe değildir. Bana sorarsanız, orada tartışılanlar, tartışılmasa da ihtilal beyannamesi haline gelse daha mı iyi idi?
Sizce 28 Şubat MGK toplantısı olmasaydı, bu işin sonu askerin yönetime el koymasına gider miydi?
Giderdi demek mümkün değil, gitmezdi demek de mümkün değil. Herkes burnundan soluyordu. Ben iki defa bu işe muhatap oldum sonra dedim ki, "Siz sıkıntılarınızı bize söyleseniz, bizim görevimiz ona çare bulmak. Bizimle gelip konuşsanız, biz bunların çaresini ararız sizinle. Nihayet hükümet olarak veya diğer makamlarda bulamadığımız çareyi Meclis'te gider ararız. Ama siz öyle yapmıyorsunuz, bir deklarasyon yayımlıyorsunuz, Meclis'i kapatıyorsunuz, hükümeti dağıtıyorsunuz, gelip kendiniz oturuyorsunuz. Yani mutlaka kendinizin idaresi şart değil, bunun yapılmış olması şart". Bunları çeşitli zamanlarda askerlerin hepsine dedim.
Dönemin Meclis Başkanı Mustafa Kalemli anılarında 'Asker 28 Şubat'ta kışlanın kapısından döndü' diye yazdı. Sizce bu doğru mu?
Doğru. Doğru derken, sıkıntının derecesini gösteriyordu.
Müdahalelerin nedeni hep aynı
Türkiye'de rejim neden askeri müdahalelere açık sizce?
Türkiye'deki darbelerde, çekirdek iddianın ne olduğunu söyleyeyim: Uçurumun kenarına geldik, 'hufre-i inkıraz' ve 'pençe-i izmihlal', çöküşün pençesindeyiz. 1912 Balkan Harbi sonrasında yayımlanan Halaskâr Zabitan Beyannamesi'nden. 27 Mayıs 1960 beyannamesinin birinci cümlesinde de 1912'deki anlayış var. 12 Mart 1971'de de var. Devletin buraya gelinceye kadar, yapılan eksiklikleri, düzeltme mekanizmaları yok mu? Var. Onları işleteceksiniz. "Ülkemizin hâlâ içinde bulunduğu hayati önemi haiz siyasi ekonomik ve sosyal sorunlar devlet ve milletimizi tehdit eden boyutlara ulaşmış ve bu hal devletimizi, Cumhuriyet tarihimizin en ağır buhranına sürüklemiştir"; bu da 12 Eylül beyannamesinden.
Siz, birlikte yaptığımız bir televizyon programında, derin devleti asker olarak tanımlamış, kökeninde de bu 1912 Halaskâr Zabitan hareketini göstermiştiniz. Bunu neye dayandırıyorsunuz?
1912 beyannamesinin işlediği zamanı bilmek lazım. Bir Balkan faciası var karşımızda. 500 sene oturduğunuz Balkanlar'da, Osmanlı orduları çetelere mağlup olmuş. Adriyatik'den Meriç'e beş ayda elden çıkmış. Makedonya gitmiş. Ordunun içine siyaset girmiş ve siyaset orduyu tahrip etmiş. Üsteğmen kumandanını vurmuş, Şemsi Paşa hadisesi Manastır'da. Resneli Niyazi diye birisi dağa çıkmış, dağa çıktı diye kahraman ilan edilmiş. Osmanlı devletini parçalamak heves haline gelmiş. Çeşitli etnik unsurlar var. İnfiradı anasır; bu etnik unsurların dağılması hadisesi ile imparatorluk karşı karşıya. Bunun karşısındaki kaygı da, acaba itilafı anasır yapabilir miyiz, bu unsurları bir arada tutabilir miyiz? Derin devletin izini 1912 koşullarında buluyorsunuz. Bu anlayışı bir arada tutan ne? Çökme korkusudur. O zaman askerler devlet çöküyor, sahip olan yok, biz sahip olalım diyor. Çünkü en organize güç askerler. 1912, 1960, 1971 ve 1980 beyannamelerini okuduğun zaman,'Devlet çöküyor, memleket batıyor' hep onu bulacaksın. Bu korkudan kendimizi kurtarmamız lazım. Devletin, işlemesi, bu korkudan kendimizi kurtarmamıza bağlıdır. Peki ama böyle bir tehlike varsa, bu korkudan kendimizi kurtarmamız neye yarar. Kendimizi aldatmak olmaz mı? Olur. Öyleyse bu korkudan kurtulurken, böyle bir tehlikeye karşı da tedbirlerimizi almış olmamız lazım. Yalnız, devlet kendi güvenliği için aldığı tedbirleri işletirken, halkına karşı zalim olmamalıdır.

Darbenin tek ilacı seçime gitmek
Rejimi müdahalelere kapalı hale getirmenin yolu yok mu?
Büyük bunalımlara çok boyutlu bakmak lazım. Türkiye sisteminde, ihtiyaç duyulduğu zaman değişikliklere gidilemeyişi bunalımlara sebep olmuştur. Meclis, Cumhurbaşkanı seçemiyor, Anayasa'yı değiştiremiyor, kilitlenmiş. Seçime gidelim diyoruz, Meclis Komisyonu'nda iki profesör, Muammer Aksoy ve Turhan Güneş, seçimin Anayasa'ya aykırı olduğunu iddia ediyor.
Neden istenmiyordu seçim?
(CHP) Mevcut gücünü elde edemeyeceğini düşündü, edemezdi de. Meclis halk tarafından sahiplenilmelidir. Bu halkın siyasi kompozisyonu ile Meclis'inkinin mutabık olmasına bağlıdır. Yani halkın siyasi kompozisyonu değişmiş, meclis değişmemiş duruyorsa, bu bunalım demektir. Ve halk Meclis'ten kopacaktır. Meclis her haliyle otorite ve prestij sahibi olmalıdır. Bunu sağladığımız takdirde, devletin işlemesi kolay olacaktır. Meclis sadece kanun çıkaran bir yer olmakla yetmemeli, orada ne konuşulduğu, ne denildiği halk tarafından takip edilmelidir. Kötü yönetim ve hükümet krizi rejim zaafı olarak algılanmalıdır. Çok kere büyük bunalımlarımızda kötü yönetim veya hükümet krizi, rejimi zayıflatmıştır. Oysa rejim bunu düzeltecek çareye sahiptir, bu çare seçimdir.
İngiliz örneği İngiliz sisteminin gücü sayılan Avam Kamarası'nın seçilme kolaylığı boşuna var değildir. 1976'da Belçika'da bir NATO toplantısında Başbakan Harold Wilson ile yan yana oturuyoruz. "Ben seçime gideceğim" dedi. "Seçime nasıl gidersin?" dedim. "Ben Kraliçe'ye mektup yazıyorum ve bir ay içinde seçime gidiyorum" dedi. "Peki, sormaz mısın kimseye, grubuna, partiye?" "Hayır" dedi, "Kimseye sormam, danışırım ama, sormam. Kimseden karar almam, parlamentodan da karar almam" dedi. "Peki, Kraliçe yazdığın mektuba, şimdi zamanı değil derse?" "I didn't understand Sir-Anlamıyorum efendim" dedi. Öyle bir şey hiç olmamış ki... İşleyen devlette ve işleyen demokraside ve itibarlı parlamentoda en önemli unsuru parlamento kararına dayanmadan seçime gidebilmesinde görüyorum. Türkiye'deki baş krizlerin sebebi bu. Bu kararı iktidar partisinin başkanı verebilir. Veya cumhurbaşkanı verebilir. Seçimin yenilenmesindeki zorluk giderilmedikçe, Türkiye Meclisi'ne itibarlı gözle bakmaz. Çünkü halk kopuyor Meclis'ten. O zaman başlıyor siyaset, siyasetçi düşmanlığına. Niçin bu düşmanlığı göğüslüyorsunuz? Sahip odur, gidin halka.
Halkın Meclis'ten kopmasını bugün görüyor musunuz?
Halk Meclis'e çok sıcak bakmıyor zaten. Çünkü halkın yüzde 36 sı, yüzde 66'yla temsil ediliyor. Halkın geriye kalan yüzde 64'ü yüzde 34'le temsil ediliyor. Türkiye serbest seçimi yapmayı öğrenmiştir. Sıra, temsilde adaleti sağlamaya geldi. İşleyen demokrasi, işleyen devletin en önemli şartıdır. İşleyen demokraside mutlaka halkın katılımı lazım. Dört senede, beş senede bir defa seçim, işleyen devleti sağlıklı götüremez. Ara seçimler, ye-rel seçimler, referandumlar bulup mutlaka halkın nabzına gitmek lazımdır. Halk bir defa oy verdikten sonra, tekrar sandık başına gelinceye kadar fikri değişmez diye bir şey söylenemez. Onun için hür ve serbest seçimi zamanında yapmak önemli, ihtiyaç zamanında yapılan seçimi çok önemsiyorum. Ve seçilecek adama seçim kararı aldırmama yanlışlarını Türkiye gördü. Türkiye Mart 60'ta seçime gidebilseydi 27 Mayıs olmazdı, Türkiye Temmuz 80'de seçim kararına gitseydi 12 Eylül olmazdı."

Farklı bir tablo
Demirel, seçimlerin zorlukları aşmanın aracı olarak kullanmasına bir engel olarak da, halkın kullandığı oya sahip çıkmamasını görüyor ve bu saptamasıyla şimdiye dek alışılagelenden farklı bir tablo çiziyor: "Şimdi bizim Cumhuriyet döneminde tek parti tecrübemiz var. Tek partiden çok partiye geçmişiz ama, çok partiyi yapamamışız. Yapabilseydik, 14 Mayıs 1950'de yüzde 50'nin üstündeki halkın oyları, 27 Mayıs 1960'ta kendi ortaya çıkardığı kuruma, insanlara sahip çıkabilirdi. Yapamamıştır. Ve 'çok parti' kendi kendini ezmiş. Buradaki en önemli mesele de, iktidar el değişmiş, hanedandan millete geçmiş, millet hakimiyetini kullanmış ama, ona sahip çıkma kabiliyetini gösterememiş. 'Millet ne yapsaydı' filan diye, kimseyi suçlamıyorum. Çünkü ülkede halkın bir kısmı 'genel oy'a karşı. Genel oyla kurulan rejimlere karşı genel olarak.
Cahil çoğunluk!
Turhan Güneş (CHP'nin o dönem yöneticilerinden) 1973'te buraya, bu odaya geldi. Halk Partisi bizden fazla oy aldığı zaman. Dedi ki, "Biz şimdi inanıyoruz genel oya, şimdiye kadar inanmadık." Türkiye'nin eliti, iktidar kasketlinin, çarıklının, onların temsilcilerinin eline geçince bunu hazmetmemiştir. Yassıada yargılamaları sırasında bir milletvekili hâkime dedi ki, 'Sen eğer beni cezalandırırsan, milli idareyi cezalandırmış olursun'. Hâkim 'Senin tahsilin ne?' diye sordu. "İlkokul" dedi. Hâkim, "Belli" dedi, "Otur, cahil oy çoğunluğunun temsilcileri". Bakın ben ondan sonra nelerle uğraştım? Buradaki elit olayı, sadece askerle ilgili değil. Asker elitin parçasıdır. Türkiye'deki bunalımlar, ya da bugünkü bunalımlara müdahale etmek suretiyle meydana gelen durumlarda tek başına asker yoktur. Asker kendine mahsus kamuoyundan muhakkak destek alacaktır.

Şimdi de 12 Eylül’den şaka ile karışık anılar:


Yeni Şafak'tan alıntı...


Bu eflatun devlet nereden çıktı lan!

Üzerinden geçen 25 yıldan sonra 12 Eylül hafızalarda yarı komik yarı ciddi olaylarla yerini alıyor. Şehir efsanesine dönen 12 Eylül komikliklerinde neler yok ki: Bir ev baskınında gördüğü Stalin'in resmini soran güvenlik kuvvetlerine, "Paşa dedem" diye yutturan öğrenciler, kimya kitabı "General Chemistry'' için "General Kemistri'nin kitabını ele geçirdik" diyenler... GÜLDEN TÜMER /

İSTANBUL 12 Eylül döneminde polis ve askeri kuvvetlerin özelikle de öğrenci evlerine yaptığı baskınlarda komik olaylar yaşanıyordu. Bu hikayeler daha sonra o kadar çok anlatıldı ki gerçek mi şehir efsanesi mi olduğunu ayırt etmek neredeyse imkansız hale geldi. İşte bazıları...

POLİSE 'MUKAVEMET' SÖKMEZ Mukavemet sözcüğünü polise mukavemet tamlamasından duyan kimi polisler, Mühendislik Fakültesi'nde yaptıkları aramada, Mukavemet ders kitabı ile 'yakaladıkları' öğrencileri karakola götürdüler.

KIZIL DEVLETTEN SONRA, EFLATUN DEVLET İhtilal sonrası baskınlardan nasibini alan öğrenci evlerinden birinde Eflatun'un "Devlet" kitabı masanın üzerinde durmaktadır. Baskına katılan güvenlik güçlerinden birinin 'kızıl devlet' takıntısı olacak ki, kitabı görür görmez, "Bu eflatun devlet nereden çıktı lan!" diye öğrencilere çıkışır.

'GENERAL KEMİSTRİ'NİN KİTABINI YAKALADIK' Jandarma, ODTÜ'nün yurtlarında yaptığı aramalarda bulduğu kalın kitabı çavuşuna götürerek, "Bakın General Chemistry'nin (Türkçesi: Genel Kimya) kitabını yakaladık" dedi.

GENERALLERİ KIZDIRANLAR SOLUĞU DIŞARIDA ALDI 12 Eylül'de askerlerin yönetime el koyması ile birlikte çok sayıda politikacının yanısıra düşünce ve sanat dünyasının ünlü isimleri de askeri rejimin 'aranan' listesine dahil oldu. Siyasetle içiçe olan ve yaptıklarıyla 12 Eylül generallerini kızdıran çok sayıda sanatçı ve yazar yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Anadolu Rock'un efsane izmi Cem Karaca, protest müziğin ünlü isimlerinden Melike Demirağ, Selda Bağcan o dönemde yurtdışına kaçan isimler arasındaydı. Bugün Avrupa Parlamentosu milletvekili olan Ozan Ceyhun da, 12 Eylül askeri darbesinden kaçan isimler arasında.

Pilavdan dönenin... 12 Eylül döneminde çok sayıda dergi ve gazetenin de yayın hayatına son verildi. Muhalif çizgileriyle tanınan karikatür dergisi Gırgır da o dönemde çıkan bir sayısındaki kapak nedeniyle 1 ay kapatma cezası almıştı. 12 Eylül döneminde ay- yıldızlı elbisesiyle "Türkiyem Türkiyem Cennetim" şarkısı söyleyen Müşerref Akay dergide kapak konusu olmuştu. Ardından dergi, yaşlı, çirkin, menhus bir kadının üzerine bayrak çizerek 'Türk bayrağına hakaret' ettikleri gerekçesiyle kapatıldı. Karikatürü çizen Hasan Kaçan dönemin sıcaklığını şu şekilde anlatıyor; "Ortalık karışıktı. Neler yapabileceğimizi düşünüyorduk. Ben de bu konuyu Oğuz Aral'a önerdim. Oğuz abi bana önce "Sen kapattıracaksın bu dergiyi" dedi ardından da "Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın" diyerek bu karikatürü kapak konusu yaptı. Ve dergi ceza aldı. Fakat kapatılmadan önce 400, 500 bin olan tiraj 1 ay sonra 1 milyona yükseldi. Bu da vatandaşın baskılara, yasaklara verdiği bir cevaptı."



<< Home

This page is powered by Blogger. Isn't yours?